Ülkemizin geçmişine uzandığımızda, yakın tarihine baktığımızda, bizim için sevinç ve mutluluk sayfalarının karanlık sayfalara göre çok az olduğuna tanık oluruz.
Sürgünlerin katliamların olağan, esenliğin ise olağan üstü sayıldığı bir topluluğa tabiyiz. Onun için yaşlılar çok gülmemizi hayra yormazlardı. “Çok gülersen çok ağlarsın” derlerdi. Sevinç, mutluluk saklı kalması, çok dışa vurulmaması gereken bir şey olarak belleklerimize yerleşmiştir.
Mutlu bir haber aldıklarında, büyüklerin bunu sakladıklarını birbirlerine bile fısıltıyla anlattıklarını hatırlıyorum.
Mutluluklarının bir fiske ile dağılacağına dair bu korku nasıl yerleşmişti yüreklerine acaba? Niye, hep kendilerini diken üstünde hissediyorlardı?
Kökeninin çok eskilere dayandığı, hatta neredeyse genlere yerleştiği kesindir.
1960’lı yılların nesli bunun somut karşılıklarını Sivas’la Çorum’la, Maraş’la yaşamıştır.
Buralarda yaşanılanları gören, duyan her yol evladı, kulağında kalan fısıltıları yerli yerine koymaya, anlamlandırmaya başladı.
Çocuk yaşlarda bir oyunun parçalarıymış gibi gelen sözler, davranışlar, tembihler kimi zaman bir alev yalazı, kimi zaman bir tokat olarak suratımızda patladı. Katı gerçeklerle tanış olduk.
Evet biz farklıydık. Hakim inancın dışındaydık. Onun için bir adım geride ve ihtiyat halinde bulunmalıydık. Mecbur olmadıkça yolumuzu kendimize saklamak, sessiz kalmak gerekiyordu.
Ama her şeyin bu kadarla kalmadığını, bunun yeterli görülmediğini de hayat bize öğretti.
Hakim inancın sahipleri her şeye sahip olmak istiyorlardı. Gücü, iktidarı, zenginlikleri hiç, ama hiç paylaşmak istemiyorlardı. Varlığımıza merhamet gösteriyorlardı ya işte. Yetmiyor muydu? İtaat etmeli, haddimizi bilmeli, dahasını istememeliydik.
Değişmeliydik. Onlara benzemeli, onlar gibi düşünüp, onlar gibi inanmalıydık.
Birdik, beraberdik işte. Farklılık ta ne demekti?
Farklıyım demek anarşiydi, bölücülüktü, hatta hainlikti.
Ta evvelden beri bu böyle süregelmişti ama, hayata, dünyaya, canlıya, cansıza aşkla bağlı bu yolun yolcuları her dönem var olmanın bir yolunu bulmuşlardı.
Kimi zaman isyan edip, kırımlar sürgünler yaşamış, kimi zaman saklanmıştı. Cumhuriyetle birlikte okullu olmayı, öğrenmeyi, bilimi kendisini ifade etme yolu olarak seçmişlerdi.
Bilim cesaret gerektirir. Aradıkları da tam budur. Ezberlerindeki “ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözü yerini bulmuştur.
Bu yoldan yürüyen yolcular toplumsal yaşamda kendilerine kapanan her kapıyı zorladılar. Okullardan aldıkları bilgiyle, yollarından aldıkları görgü ve edeple hak ettiklerini elde etmeye çabaladılar.
İşte bu yolculardan biridir Yarbay Ali Tatar.
Sivas Gürün’ün ücra dağ köylerinden Yuva’dandır kökleri. Ataları Şah İbrahim Veli ocağının talipleridir. İkrar vermiş, görgüden geçmişlerdir yıllar boyu.
Bu yol, talibini güçlü kılar, ama aynı zamanda fermanını da boynuna asar. Gün gelir fermanı kement olur boynuna ve yolcu vakaretle basar mührünü o fermana. Üzerine atılan bütün iftiraların yanında Yarbay Ali’nin katline sebep sayıldığı gibi.
İklimi sert, toprağı kıt verici, dağların ardında bir köydür Yuva. Yetemez, doyuramaz insanını.
1950 yıllarından sonra yavaş yavaş başlayan göç 1960’larda ve 1970’lerde daha da hızlanır.
Tandırdaki saca atılan bir avuç darı gibidirler artık. Saçılırlar, savrulurlar Ankara’ya, İstanbul’a.
O yılarda göçer Ankara’ya, baba Hüseyin. Sığınağı, tek odalı, damı akan bir gecekondudur Keçiören sırtlarında. Kap kacak, ortaya atılan saçak komşulardan temin edilmiştir. Yine de, eşi ve iki çocuğuyla hemşehrilerinin yakınında olmanın emniyetinde hissetmektedir kendini. Bu bilinmeyen yerde güven her şeydir çünkü.
Seyyar satıcılıktan, kapıcılığa, odacılığa her işi yapar baba. Tek derdi çocuklarını okutmak, onları hizmetini yaptığı makamlarda görmektir. Beş evladın en küçüğü Ali de, okuyup, sonra da onun gıpta ettiği beyaz üniforma ile karşısına geçen, onu mutluluk gözyaşlarına boğandır.
Ali, evin son beşiği, babasının gül kaşığıdır. Diğer evlatlara gösterilemeyen, saklanan sevginin dışa vurumu, haykırılışıdır Ali.
Herkes görür, bilir, hiçbir evladı, (anladıklarından olsa gerek ki, babalarını) kıskanmaz Ali’yi. O da, hem anasının babasının yanında, hem de ağabeyi, ablalarının yanında küçük olmanın keyfini sürer.
Ali, 1967’de Ankara’da doğdu. İlk, orta ve liseyi Ankara Keçiören’de okudu. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Burada mastır yaptı. 1989’da açılan sınavı kazanan Ali, eğitim uzmanı olarak, teğmen rütbesiyle Deniz Kuvvetleri’ne katıldı.
Deniz Kuvvetleri bünyesindeki Astsubay Hazırlama Okulu ilk görev yeri oldu. Tayin olduğu Karamürsel Eğitim Komutanlığı’nda Eğitim Plan Program Şube Müdürlüğü yaptı. Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu Öğretim Başkanlığı bünyesinde, Kısım Amirliği ile Şube Müdürlüğü yaptı.
1994 yılında hayat arkadaşı Nilüfer’le yaşamını birleştiren Ali Tatar’ın Gökçen adında bir kızı oldu.
Son görev yeri olan Beylerbeyi Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığında, Okullar Eğitim Yönetim Şube başkanlığı yapmaktaydı.
Görevleri devam ederken, tüm zorluklara karşın yüksek lisans ve doktora yapmış; görev yaptığı birliklerde birçok başarı belgesi ve takdirname ile ödüllendirilmiştir.
05 Aralık 2009 tarihinde Beşiktaş Adliyesinde Özel Yetkili savcılar tarafından sorguya çağrılan Dz. Yb. Ali Tatar aynı gün tutuklandı.
09 Aralık 2009 ve 14 Aralık 2009 tarihlerinde iki kez tutukluluğuna yapılan itiraz sonunda 16 Aralık 2009 tarihinde tutuklu olarak bulunduğu Hasdal askeri cezaevinden serbest bırakıldı.
Hiçbir yeni delil ya da bulgu olmaksızın, tüm iftiraların sözcüsü savcı Süleyman Pehlivan’ın itirazı üzerine hakkında tekrar tutuklama kararı çıkarıldı.
Tutuklanmadan önce, malum bazı basın yayın kuruluşları ile çeşitli internet sitelerinin hakkında yapmış oldukları karalayıcı ve yıpratıcı yayınlara maruz kaldı. Öyle ki, Ali’nin Hakk’a yürümesinden sonra bile onun kamuoyunda yarattığı etkiyi tersine çevirmek için kara çalmaya iftira atmaya devam ettiler. Bir yandan kendilerini, bir yandan da, alçakça kurgulanan tezgahın faili cemaatin polislerini, savcılarını, hakimlerini ve arkalarındaki siyasi destekçileri aklama çabasıydı bu.
Bu yalan bombardımanından ruhsal olarak çok olumsuz etkilenen Ali Tatar kurumundan ve komutanlarından beklediği hukuki ve moral desteği bulamadı. Büyük bir hayal kırıklığı ile çoğunun, astlarına sahip çıkma yerine, kendini kurtarma kaygısına düştüğünü gördü. En tepedeki komutanın aynı akıbete uğrayıp Silivri’ye düştüğünü de üzülerek bizler gördük.
Yeniden tutuklanma kararını kabullenemedi Ali. Bütün ikna çabalarımız, maalesef, karşılık bulmadı. Tıbbi destek alma çabalarımız, komutanlar tarafından uygun görülmedi, engellendi.
Tüm bu yaşanan haksız ve hukuksuz sürece karşı derin bir infial hali yaşayan Dz. Yb. Ali Tatar 19 Aralık 2009 tarihinde evinde isyan edip ”Hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez” diyerek yaşamına son verip Hakk’a yürüdü.
Ankara Karşıyaka mezarlığının rüzgarlı bir yamacının ucunda, babasına yakın yatıyor Ali. Yukarıdan akan son Karşıyaka pınarının serinliğini ayak ucunda hissediyor mu; anacığının akan gözyaşlarının o sulara karıştığını görüyor mu bilinmez. Ama boğazın kıyısında karanlığa sıkılan kurşunun sesi hala taze ve çınlamakta.
Babasını tanıyanlar, onun yıllar önce ilk eşini kaybettiğinde mezar başındaki figanını bilenler, aylarca ağıtlarını dinleyenler, Ali’den beş altı ay önce Hakk’a yürümesini, Hakk’ın lütfu olarak değerlendiriyorlar.
Onu unutturmamaya, onun hukuk mücadelesini devam ettirmeye, katillerden hesap sormaya kararlı dostları, kardeşleri kaldı geriye.
Onlar, hukuktan adaletten yana olanlarla ele ele verip büyük bir halka oluyorlar.
08 Nisan 2016
Ankara