İnsanların geleceği çoğu zaman yaşamlarındaki tesadüflerle şekilleniyor.
Ailenizden gelen eğilimler önce yakın, sonra uzak çevrede şekilleniyor. Kazandığınız şekil özde çok değişmiyor. Biçimsel olarak farklı duruşlarınız oluyor sadece.
Buna karakter deniyor. Karakter, insan yaşadıkça, öğrendikçe, sınandıkça oturuyor.
Oturmayan karakter oynak oluyor. Duruma göre köşe değiştiriyor. Çıkar mıknatıslarının manyetik alanlarında eğilip bükülüyor. Şeklen insan görünse bile, özünde insanlığından çıkıyor.
Bunun o kadar çok örneği var ki yaşamımızda. Düşünen, kendini bilen herkes kendi yaşamındaki bu kötü örnekleri hemen sayabilir.
İnsanlık değerlerini yücelten, onu canlı cansız bütün varlıklarla bir gören ve imkanları elverdiğince yaşamını güzelleştirmeye çabalayan bir çevreden geliyor Ali.
Duymak, görmek, hissetmek ve anlamakla üstüne kurulan yolda, her yolcu okumak, araştırmak ve edindiğini insanlık yoluna harcamak üzere tembihleniyor.
Yol Uzun ve bir ömürle sınırlı da değildir. Devr-i Daim olunup, kapılar, köprüler, yurtlar geçilerek “kamil” olmaktır amaç.
Yola girene tüm bunlar bilinen bir sistematikle aktarılmaz çoğunlukla. Yaşam bir okul olur. Her davranış, her söz bir derstir. Yaşam çeşmeleri akarken denk gelip dolmak, çiğ iken pişmek gerekir.
Doğru zamanda doğru yerde olan dolar, pişer, yolunu ileri taşır.
Budur yapısının temel taşı Ali’nin.
Çıraların, idare lambalarının, delillerin titrek ışıklarında yürürken, bir çift mavi gözün yaktığı Cumhuriyet meşalesi ile aydınlanıp, okullu olanların arasından gelmektedir Ali.
Okumak, tahsil yapmak hep yüceltilmiştir çevresinde. Çıkış yolu, geleceğe açılan kapı olarak görülmüştür. Başka çareleri de yoktur.
Can korkusundan kendi kozalarına, dağlara, ıssızlara, orman derinliklerine sığınanlar o mavi gözlerden cesaret alıp sıyrılmışlardır korkularından. Yakılan meşaleye, onu tutan ele ve Cumhuriyete sahip çıkmışlardır.
Kurtuluşu orada görmüşlerdir.
İnsanlığa açılan kapıdır Cumhuriyet.
Bu kapıyı dereden ırmağa, ırmaktan ummana karışmak için açılan yol bilmişlerdir. Sınayıp kendilerini, yetmiş iki milletten, bir deryaya akan ve orada bilim olan, kültür olan, insanlık mirasına, aşkla dalmışlardır.
Aşk-ı Muhabbet artık bilimdir, sanattır.
İşte bu Aşk-ı Muhabbetten pay alıp, mest olma yolcularından biriydi Ali Tatar.
Öyle bir tesadüf ki, hayat onu tam da masmavi deryaya uzanan bir yola sokmuştur.
1988’de Deniz Kuvvetleri’ne girişi, gerçek anlamda bir tesadüfler zinciridir.
Artık kaderi denizde yazılacaktır Ali’nin.
Ankara’da Hacettepe Eğitim Bilimleri’nde okudu, Ali.
İşi, eğitim öğretimde, yapılanı edileni ölçmek, değerlendirmekti. Sarraf titizliğinde olmak, kılı kırk yarmak, en iyiyi, en mükemmeli bıkmadan, yorulmadan aramaktı bu iş.
Denizcilik yoluna girmiş gencecik fidanların, her fırtınada, her zorlukta yollarını bulabilecekleri bilgiye, donanıma ve en önemlisi de mantığa sahip olmaları için üstüne düşenleri yapma zamanıydı.
Bunca yıl üniversitede tahsil edilen bilimin, kendini eğitime vakfetmiş olan hocalardan aktarılan deneyimlerin, yöntemlerin, hayata geçirilmesinin zamanı gelmişti.
Önce izledi, anlamaya, kavramaya çalıştı bu yeni ortamı. İnsanları tanıdı. Dostluklar kurdu.
Ele ele verdi dostlarıyla. Bilgilerini, deneyimlerini birleştirdiler.
Hepsinin ortak yanı, sınıflarda, koridorlarda bir çift mavi gözü hep üzerlerinde hissetmeleriydi.
Layık olmak, yüklenilen sorumluluğun hakkını vermek gerekiyordu. Eğitim bilimdi. İş bölümü yapmak, eksikleri tamamlamak ve çok çalışmak gerekiyordu.
Eğitim için çalışmak hep idealiydi zaten Ali’nin. İnsan sevdiği işte yorulur mu? Hele bir de, seninle birlikte işi omuzlayan dostların varsa yanında?
Dostlarıyla başlayan bu yeni yolculuğu, Ali’nin yaşam çizgisinin de belirleyicisi olmuştur.
Bulundukları birimlerde, eğitim yöntemleri adına, yeniliklere, başarılara imza attılar. Mavi gözlere layık olmanın hazzını yaşadılar.
Ama artık onların üstünde sadece mavi gözler yoktu. Kem gözler de onları takip ediyordu.
Hayatının sonuna kadar mücadele etti o karanlık gözlerle. Gücünü derin maviliklerden aldı. Fakat mavilikler, kinle, nefretle, atılan iftiralarla, yalanlarla karartıldı.
Kendisiyle beraber dostları ve yuvaları Deniz Kuvvetleri de hedef seçilmişti.
Hep ileriye bakanlar, düşmanı dışarıda görmüş; ufukta bekleyenler, içeriden vurulmayı akıllarına getirmemişlerdi.
Ama her türlü entrikayı mübah görenler, çoktan kurmuşlardı tuzaklarını.
Yüreklerinde maviliklere yelken açanların önüne adliye kapıları, mapushane kapıları açıldı.
Ama hukuk vardı, adalet vardı, komutanları vardı, bu tuzakları mutlaka boşa çıkarırlardı.
Olmadı. Olamadı.
Güvendikleri dağların çoktan karla kaplandığını düş kırıklığıyla gördüler.
Tuzak, sadece kendilerine değil Türkiye Cumhuriyeti’ne kurulmuştu. Sinsi düşman, elindeki her türlü aracı silah olarak kullanıyordu üstlerinde.
Kıyıma, denizin gencecik teğmenlerinden başlayıp nabız ölçenler, amirallere vardırmışlardı işi. Gazetelerde, televizyonlarda insan onuru hiçe sayılıyor, haysiyet cellatlığı yapılıyordu.
Yaratılan kafa karışıklığı, toplumda derin bir sessizliğe ve tepkisizliğe yol açmıştı. Tüm bunların üstüne komutanların tavrı, tutumu çok daha üzücü ve hayal kırıcıydı.
Hukuku, adaleti hiçe sayanların yarattıkları korku ve karanlık ülkeyi teslim alıyordu.
Fakat o mavi gözlerin çocuklarını teslim almak sandıkları kadar kolay değildi.
O bir çift mavi gözün yaktığı meşalenin ateşini söndürmek kolay değildi.
O meşaleyi hep ileriye tutacaklar, canlarını ateşe katacaklar, bu oyunu bozacaklar vardı.
İşte canını ateşe katanlardan bir candı Ali Tatar.
Yol alırken Hakk’a, ardında bıraktığı meşalenin yere düşmeyeceğini, isyan rüzgârlarıyla harlanacağını biliyordu.
28 Mart 2016
Ankara
Bu yüzden “Bir nebze ışık” olurken karanlığa, yüreği rahattı.