
Bilindiği gibi “Ulusal Kurtuluş Savaşı”mızın doruk noktasıdır, “30 Ağustos Yengisi”.
Atatürk bu sonuca ulaşmayı “Söylev”de şöyle anlatır: İki gün içinde kilometrelerce uzunluğundaki düşman cephelerini düşürdük; düşmanı Aslıhanlar yöresinde çevirdik (…) ana kuvvetlerini tutsak kıldık. Başkomutan General Trokopis de tutsaklar arasındaydı.
Bu tutsak ediliş işte bu kadarcık yer alır Söylev’de.
Oysa yenilen yalnızca Yunan ordusu, tutsak edilen yalnızca Yunan ordusunun “Başkomutan”ı değildir; aynı zamanda Batı emperyalizminin ordusudur, Batı emperyalizminin başkomutanıdır.
Üstelik, Anadolu halkına inanılmaz kertede “kıyıcılık” yapmış olan bir düşman ordusudur bu, Trokopis de bu ordunun düşman “Başkomutan”ı.
Böyledir ama, Söylev’de ne orduya ne de başkomutana karşı herhangi bir yergiye, ya da Trokopis ’i küçük düşürecek bir söyleme rastlanmaz.
Oysa bu olayın, Söylev’de yer almayan ama tarihe geçen bir yaşanışı vardır.
Tutsak “general”lerle birlikte Trokopis, Atatürk’ün çadırına getirildiğinde, Atatürk ayağa kalkarak karşılar onları.
Trokopis ’i rahatlatacak bir söyleşiye başlar; savaşta yenilmenin kazanmak kadar doğal olduğunu söyler.
Dahası harita üzerinde durumu konuşup tartışırlar.
Ardından Atatürk Trokopis’i kutlar; çünkü Yunan hükümeti onu “başkomutan” yapmıştır. Ama Trokopis ’in henüz haberi yoktur. Böyle bir kutlamanın tarihte bir eşi daha yaşanmamıştır sanırım. Bir ara Trokopis, sağ olduğunun ailesine bildirilmesini ister; dileği hemen yerine getirilir.
Tarih: “3 Eylül 1922”dir.
Bu tarihten 88 yıl sonra, 2010 yılının 22 Şubatı’nda sabaha karşı, Türk ordusunun “kuvvet” komutanlıklarını yapmış “oramiral”leri, “orgeneral”leri adeta evleri basılarak alınıp adliyeye getirilirler.
“Tıpkı adi bir suçlu, bir hırsızlık şüphelisi gibi” diyor Can Ataklı…
Ülkemizi, devletimizi, varlığımızı koruyacak “ordu”muzu, “teslim” ettiğimiz bu komutanların çağrılarak ifadelerine başvurulması, gerekirse de tutukluluk yoluyla “infaz”a gitmeden yargılanmalarının olanağı olduğunu, hukukçuların belirttiği de hep söylendi, yazıldı.
Trokopis yaşasaydı, büyük bir olasılıkla, bize: “Utanın, utanın!” diye haykırırdı.
Sanırım 19 Aralık 2009’da da yapardı bu uyarıyı. Anımsanacağı gibi Dz. Yb. Ali Tatar o gün yaşamına son vermişti.
Kumandanları olan oramirallere suikast düzenlemekle ve genç teğmenlere, askeri öğrencilere uyuşturucu satışına göz yummakla suçlanmıştı.
Kendisi, bu suçlamaların kesinlikle “gerçek” olmadığını, bunların inanılmaz iftiralarla düzenlendiğini, tek “gerçeğin” suçsuzluğu olduğunu sorgulanması sırasında inançla belirtir.
Ama bir süre sonra yeniden gözaltına alınmak istenince: “Hukuksuzluk sürecine, hukuk adına saygı gösterilemez!” diyerek, ülkesine dayatılan, topluma yaşatılan süreci, seçkin bir hukukçu gibi değerlendirir.
Ardından da: “Ben bu hukuksuzlukla yaşayamam!” dedirten sonuca varır; yaşamına son verir. “Gerçek” böylece Yb. A. Tatar ile birlikte gömülür.
Ne ki, 19. yy biterken Fransa’da yaşanan benzer bir adaletsizlik -Yz. Dreyfus Olayı- karşısında dönemin ünlü yazarı Emile Zola: “Gerçeğin gömülmesi boşuna. Gerçek toprağın altında yol alıyor. Bir gün her yandan öç bitkileri olarak fışkıracak” diyecektir ki, Yb. Ali Tatar’ın olayında da öyle olur.
Ölümünden 19 gün sonra 07.01.2010’da suçsuz olduğu anlaşılır, aklanır.
Ama E. Zola bu kadarla yetinmez. Tüm kurumlarıyla devleti eleştirir ve “Suçluyorum!” diye haykırır. Artık bütün Fransa ayaktadır; hem de günlerce.
Yb. A. Tatar ise “söz”ün ötesine geçti. “Eylem”in, ulaşılması için dev bir “yürek” ve yıkılmayacak bir “inanç” isteyen doruğuna çıkarak, karşı koydu ülkedeki bunca “hukuksuz”luğa.
Peki “biz” ne yaptık? Yz. Dreyfus’a yapılan adaletsizliği “vicdan”ları sarsılan Fransız halkı ne yaptı? Yine de, “geç kalınmış” değildir sanırım. Üstelik şimdi önümüzde bir örnek de var; Emniyet’te üç gün kalan ünlü bir “pop”çumuza nasıl sahip çıktık…
05 Mart 2010
Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet