Ali Tatar da “Yırtmak” İçin Kendini Öldürdü!

İntihar bir zayıflık mıdır, yoksa güçlülük mü?
Çağdaş tıbbın bir bölümü bazı intihar vakalarını, saplantıya bağlı bir hastalık sonucu olarak görüyor.
Nitekim, bu tür insanları, yani yaşamına şu veya bu şekilde son vermeyi bir saplantı haline getirmiş “hastalar” ne kadar engellenmeye çalışılsalar da, amaçlarına bir şekilde ulaşıyor ve hayatlarına son veriyorlar.
Bunun tedavisi de yok gibi görünüyor.
Psikiyatri bilimi bu tür hastaları ancak bir süre “uyuşturarak” geciktiriyorlar, ama hasta kendine geldiği anda bir an önce kurtulmak istediği varlığından kurtulmayı başarıyor.
Bazı hastalıklarda bu “uzuv” şeklinde kendini gösteriyor. Sözgelimi hasta, bacağının kendine ait olmadığı saplantısına kapılıyor veya bir kolunu istemiyor ve onun kesilip alınmasını istiyor. Bu da bir çeşit saplantı ve tedavisinin de güç olduğu söyleniyor.
Bir anlık cinayet gibi, bir anlık karar sonucu intiharlar da var. Bunlar için geri dönüş olsa, belki de kalkışmayacakları varsayımları da üretiliyor, ama ne yazık ki bunu kanıtlama olanağı yok.
Ama intihar ettikten sonra, hakkında “aslında etmeyecekti, edecek gibi görünmüyordu, çevresinde hep neşeli ve hayat dolu bilinirdi,” gibi sözlerin anlamı kalmıyor. Çünkü, öleni geri getirip sorgulayamıyorsunuz.
Bu, intihar edenin dinsel arınma töreni veya çevresindekilere “zayıf bir kişi olmadığı” açıklaması için başvurulan “masum ve onurlu” yakıştırmalar.
Ancak, Yarbay Ali Tatar gibi intiharlarda iş değişiyor.
Bu gibi intiharlar son zamanlarda, özellikle de asker kesimde artmaya başladı.
Askerlerde zaten intihar eğilimi olur, gibi bir genelleme yapılamayacağına göre, işte bir tuhaflık olduğu da kesin.
Üstelik, Ali Tatar’da olduğu gibi, ardından yapılan “dedikodular” hiç de “insan onuruna yakışır” türden dedikodular değil.
Ali Tatar’ın kendisini savunamayacağını bilen ve bunu da kendi “karanlık” amaçları için fırsat bilenler, yararlanmakta hiç sakınca görmüyorlar.
Oysa bir tabancanın çelik soğukluğunu alınlarında hissetmeye kalkışmayacak kadar da korkaktır böyleleri. İntiharla alay edercesine öleni suçlarlar, ama bunu yapabilmenin ne kadar büyük bir “yürek” gerektirdiğini kendilerine bile itiraf edemezler.
Ünlü Rus şairi Yesenin ile intiharından sonra yıllarca alay eden Mayakovski, sıranın kendisine geldiğini anladığında, fısıltıyla ancak “özür dileyemiştir” Yesenin’den ve itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Ne kocaman yürekli bir adammışsın,”
Böyle durumlarda intihar, artık dayanılamayacak bir yaşamın kapıya gelip dayanması şeklinde ortaya çıkıyor.
Azrail kapıyı çalıyor.
İntihar, aklı başında olan, yani hastalık şekline dönüşmemiş haliyle insanın kendi yaşamıyla oynaması demektir.
Kaç kişi bunu göze alabilir.
Her sıkıntıdan sonra insana göz kırpan balkonlar, köprüler, uyku hapları, silahla… Aklından geçirse bile insanların savunma güdülerini aşmaları gibi bir “iradeyi” kırmalarını gerektirir.
Kolay gibi görünüyor belki bir anlık hareketle yaşamı sona erdirmek, ama kolay olmadığı da ortada.
O zaman, ne gibi “dehşet” kişileri böylesine bir karara zorlar?
Bu, ölçülebilir bir duygu değil.
Ali Tatar’ı da hangi koşulların silahı beynine dayamaya zorladığını bilmek mümkün değil.
Ama yandaşların belirttiği gibi, “kurtulmak için hayatına son verdi,” yaklaşımı utancın da ötesinde bir dengesizliği sergiliyor, o başka.
Tarih, ön planda oldukları için olsa gerek, daha çok “sanatçı” intiharlarını yazar.
Cesare Pavase, Jack London, Elvis Presley, Jim Morrison, Stefan Zweig, Mayakovski, Yesenin, Virginia Wolf, Ernest Hemingway, Albert Camus, Jerzy Kosinski
Sylvia Plath, Van Gogh, Kurt Cobain, James Dean… Ve daha yüzlercesi…
Kimine göre bu insanlar yaşamdan artık zevk almadıkları için intihar etmiştir, kimilerine göre yaşamlarının dengesizliğinden, kimine göre umutsuzluktan vb.
Hangi nedenle olursa olsun, bir kişinin alışkanlık haline getirmeyen normal bir insanın kendini öldürmeye kalkması ve maalesef de bunu başarması asla bir korkaklıkla açıklanamaz.
İnsan için, hayatı söz konusu olduğunda, korkaklığın sözü edilebilebilir mi?
Yarbay Tatar’ın, yeniden hapishaneye dönmekten, oradaki koşulları kaldıramayacağından korkmasının sonucu intihar ettiğini düşünmek bizzat korku duygusunun kendisiyle çelişmiyor mu?
Bir hayat vardır kişiden alınabilecek en büyük alacak ve bunu vermeyi göze alan birinin, ölümden korkmayan birinin daha başka neyden korkacağı sorgulanmaz mı hiç?
Elbette ki ölümden daha korkunç olan şeyler var yaşam denilen bu komedi sanatının içinde. Yarbay Tatar ve onun gibi kötü bir şekilde yaşamına son vermek zorunda kalan ve sırlarıyla birlikte de bir daha dönmeyecek bir yolculuğa çıkanların yürekliliği karşısında “acze” düşenlerin mırıltılarıdır ancak: “Korktu, dayanamayacağını düşündü, tekrar hapishaneye dönmek onun için dayanılmazdı…”
Bu mudur ölümden daha korkunç olan “argümanlar”?
Yoksa dayanılmaz bir haksızlığa uğrama duygusu da insanı kendi hayatından vazgeçmeye kadar götürür, bu isteği tetikler?
İntiharı küçümseyen, onuru için son savaşını veren böylesi insanları aşağılamaya kalkanlar acaba hayatlarında hiç ölümle burun buruna geldiler mi diye sormak gerek.
Diyelim ki geldiler…
Sizce ne yaptılar dersiniz?
Ölümü böylesine hafife almak, Penguen dergisine kapak olan Türkan Saylan ölümü gibidir ancak: Hapisten yırtmak için öldü…
Bunlar, köprüye çıkıp da “atlarım ha, nişanlımı getirin, bana iş bulun,” şaklabanları değiller. Bunlar, onurlarını bir merminin ucuna asıp, gerisini size bırakan insanlar.
Telefonla sağa sola haber verip de ölüme yatmaz bunlar, bileklerini kesip yada avuçla hap içip hastaneyi de aramazlar… Ölmeye karar vermişlerdir ve bunu kendilerini bu yaşamda fazla gördükleri için değil, artık yaşamanın anlamı kalmadığını hissettikleri için yaparlar.
Böyle bir kumar, Vegas’ta kol çekmeye benzemez.
En azından bu cesarete saygı göstermek gerek.
Ardından “yırtmak için öldü,” dersiniz yine de utanmadan…

03 Ocak 2010

A.Mümtaz İdil

Odatv.com

Scroll to Top