Değerli dostlar, FETÖ nün 2007 de başlayan insan avı 2009 Aralığında bizim kapımızı çaldı. Her türlü yalanı, sahtekârlığı bu ülkenin aydınlık insanlarına karşı açmış oldukları savaşta kendilerine hak gördüler.
Sahte ihbar mektupları yazdılar, sahte deliller ürettiler, insanları tuzağa düşürdüler, mahremiyetlerini hiçe sayarak dinlediler, izlediler, medyada linç kampanyaları yürüttüler. İnsanların evlerine iş yerlerine suç aletleri yerleştirdiler.
Polis teşkilatını tamamen ele geçirerek örgütün suç fabrikasına düştürdüler. Halkın yanında, kötünün karşısında olması gereken polis, kendi insanına tuzak kurabilecek kadar yabancılaştı.
Devletin temelini ADALET oluşturur. Savcılar hakimler hukukun üstünlüğü ilkesi ile adalet dağıtırlar. Haklı hakkını, suçlu cezasını mahkemeden alır. Ancak bu örgüt 12 Eylül referandumu ile bütün yargıyı ele geçirip tüm bu evrensel hukuk ilkelerini ayaklar altına aldı. Hukuk FETÖ ye biat etmeyenlere karşı bir silah olarak kullanıldı.
Gerçeklerin kolayca anlaşılacağını uman, devletine, adalete güvenen masum insanlar suç işlemediklerini ispata zorlandılar ve yıllarca zindanlarda kaldılar. Hukuk yollarını kullanmak ve suçluların ortaya çıkarılması için çırpınan insanların önlerine duvarlar örüldü. En bariz konularda bile hukuk tersinden okunarak, insanların hukuka olan inançları yok edildi.
Devletin diğer bütün kurumlarında devletin vatandaşın değil cemaatin örgütün çıkarları gözetilmeye başlandı. Türkiye’nin bilim araştırmalarının merkezi olan TUBİTAK bile örgütün hukuk ihlallerine malzeme sağlayan bir yer haline getirildi.
Türk Ordusunu yıllarca içten içe kemiren hainler eliyle ordu Mustafa Kemal’in Ordusu olmaktan çıkarılmaya çalışıldı. Askeri öğrencisinden, subayına kadar, binlerce yurtsever asker çeşitli tertiplerle tasfiye edildi. Türk ordusuna karşı önce teğmen rütbesinden başlayan ve komutanların aymazlıkları ile generallere, amiraller ve hatta Genel Kurmay Başkanına kadar uzanan büyük bir operasyon yürütüldü.
Başta Balyoz olmak üzere Amirallere Suikast ’ten, casusluğa, fuhuşa kadar Türk Subayı ile yan yana anılamayacak iğrençlikte isimlerle davalar açıldı.
Tüm bunlar yaşanırken medyada; bu davalarla askeri vesayetin yok edileceği, Türkiye’nin daha özgür, daha demokratik bir ülke olacağı, faili meçhullerin aydınlanacağı, kontrgerillanın ortaya çıkarılacağı propagandaları yapılıyordu. Bu propaganda, toplumda etkili gazeteciler, avukatlar, akademisyenler eliyle yaygınlaştırılıyor, aykırı sesler cuntacı, darbeci yaftalamaları ile adeta boğuluyordu.
Peki bütün bunlar siyasi iktidarın desteği olmadan yapılabilir miydi? Elbette hayır. Siyasi iktidar sahipleri “Ne istedilerse” yapıyorlar, sözde savcı kılıklı hukuk cellatları için her türlü konforu sağlıyorlar, hatta tüm davalar için bizzat savcılığa soyunuyorlardı.
Birçoğunun şimdi cevval FETÖ düşmanlıklarına bakmayın. FETÖ nün devleti ele geçirdiğini herkes görüyordu ama bunlara göre “buna kargalar bile güler” di. Cemaatin adı hizmet, Fetullah şeytanının adı “muhteremsiz” anılmıyordu. Elini eteğini öpmek, iç çamaşırını, kullandığı mendili kapmak, boy boy fotoğraf çektirmek için Pensilvanya turları düzenleniyordu.
Bu hain çete, cemaat maskesi altında ortaya çıktığından beri, bu ülkenin aydınlık insanları ile birlikte bunların gerçek yüzünü gördük. Bunların güç kazandıklarında nasıl canavarlaşacaklarını, Cumhuriyet değerlerini, kazanımlarını yok edeceklerini, ülkeyi emperyalizme tamamen teslim etmekten çekinmeyeceklerini anlatmaya çalıştık. Türkiye’nin ancak Atatürk’ün açtığı yoldan giderek gelişeceğini, demokratikleşeceğini söyledik. Devletin eğitime daha fazla kaynak ayırması gerektiğini söyledik.
Hiç yanılmadık ve bizi hiç kandıramadılar. Bunu gönül rahatlığıyla her yerde söyleyebiliyoruz. Fakat bu kumpasların üzerinden 11 yıl ve Ali’nin Hak’ka yürüyüşünün üzerinden de 9. Yılı geçtikten sonra sorularımız var. Bu gün Ali Tatar adına, Cem Çakmak adına, Murat Özenalp adına ve bu güne kadar kaybettiğimiz canlarımız, şehitlerimiz adına soruyorum.
Cemaat görünümlü bu çete ile işbirliğine girmeseniz, gerçek yüzlerini zamanında görseniz ve bizlerin sesini duysanız, Türkiye 15 Temmuz alçak darbe girişimi ile karşı karşıya kalır mıydı?
250 Canımız şehit olur muydu? Binlerce canımız yaralanır mıydı?
Türk Ordusu yüzyıllardır oluşan geleneklerini, kurumlarını, yetişmiş üstün nitelikli subaylarını kaybeder miydi?
Eğitim sistemimiz cemaatlere terk edilmese, 15 Temmuzda kendi ulusuna karşı bu kadar yabancılaşmış ve her türlü canavarlığı gözünü kırpmadan yapacak FETÖ militanları ile karşılaşır mıydık?
Bütün aksaklıklara rağmen iyi kötü işleyen, gelişme yolundaki hukuk ve adalet sistemimiz “Yetmez ama evet” “Mezardakiler bile kalksın oy kullansın” nidaları arasında 12 Eylül 2010 da FETÖ ye teslim edilmeseydi, adalet kantarının ayarı bu kadar bozulur muydu? Adalete güven bu kadar yerlerde sürünür müydü?
Burada, bizi Yargıtay’ın kapısında bekletenlere özellikle soruyorum. Suçlu kim? Kara cübbesi ile aranıza sızan FETÖ militanı Süleyman Pehlivan mı; yoksa biz mi?
Adalete güveni, bizleri dışarda bırakarak mı; yoksa Süleyman Pehlivan gibi bütün hukuk katillerini gerçek suçlarından yargılayarak mı sağlayacaksınız?
Bize bunu reva görenlerle Murat Özenalap’in yetimlerinden üç kuruş tazminatı esirgeyenler aynı adamlar. Uzun uzun gerekçeler yazarak Duru’dan Batu’dan esirgediğiniz üç kuruşla bütçe açığını mı kapattınız? Bu mu yüksek yargıçlık? Memleketimizde hukukun, adaletin geldiği durumdan memnun musunuz?
Vesayet lafını ağızlarına pelesenk edenler, AB normlarından bahsedenler; tutuklamaları, mahkûmiyetleri alkışlayanlar, size soruyorum. Daha demokratik, daha özgür bir ülke mi olduk? Bu yaşananlardan kendi payınıza bir sorumluluk çıkarıyor musunuz?
Cevap istiyoruz bu sorulara. Muhatapları kendini biliyor ve bu sorulardan kaçamak, kurtulmak mümkün değil.
Bu soruları cevap bekleyen bir dilekçe olarak kabul edin.
Ama bilin ki, sıradan bir dilekçe değil bu.
Mürekkebinde kan, pulunda can var bu dilekçenin.