Ben kibrit çöplerini insan yaşantılarına benzetirim
Kibrit kutusu insanın yaşadığı toplumu ifade eder bir bakıma
Bazı kibrit çöpleri vardır bir amaç için yanarlar kimi bir sigara yakar kimi bir ocak, kimi boş yere yanıp tükenir hiçbir işe yaramadan
Kimisi bir ormanı, bir evi, büyük bir alanı yakar kül eder, kendisiyle birlikte.
Kibrit kutusunu açıp baktığınızda hepsi aynı gibi gözükse de birbirinden farklıdır kibrit çöpleri.
Bazıları yanmayacak kadar incedir.
Yanarken kırılır zannedersiniz, ama en iyi o yanar kibrit kutusunda.
Bazıları da epeyce kalın olur. Zannedersiniz ki, yeri göğü yakacak. Ama çaktığınızda fıs diye bir ses çıkarıp kendisini bile yakamaz. Kararır gider.
Kimi eğri büğrüdür. Ama bir kibritten beklenen bütün fonksiyonları eksiksiz yerine getirir.
Yanıp bitme hayatın bitmesi gibidir. Ucundan başlar yavaş yavaş dibine doğru gider ve sonunda kapkara bir kül kalır.
İşte insanların yaşamı da kibrit çöplerine benzer. Kimi insanın özü karadır varlığıyla yürekleri yakar, kendilerinden bekleneni umulanı asla yerine getiremezler. Kalın kibrit çöpü gibi üç kuruşluk çıkara, üç günlük sefaya kendilerini satar yok ederler..
Ama kimi insanlar vardır ki, bir lambanın fitilin yakarlar, kendileri yok olur ama ışıkları sonsuza dek yanar.
İşte o fitili ateşleyenlerden biridir Yarbay Ali Tatar.
Yaktığı hukuk ve adalet meşalesidir. O gitti biz devraldık o meşaleyi. 10 Yıldır onurla ona layık olmaya çalışarak taşıyoruz.
Değerli Dostlarım, Hemşerilerim, Arkadaşlarım, Kardeşlerim,
10 Yıldır bu kabrin başına gelip gidiyoruz. Ali’nin boşluğunu yüreğimizde, yaşamımızda dolduramadık. 10 Yılın sonunda hala yokluğuna alışamadık. Alışacağımız da yok gibi. Ama o güne ilişkin cevapsız soruları mümkün olduğunca daha az sorup onu anlamaya çalışıyoruz. Onun bize bıraktığı hukuk ve adalet davasını devam ettirmeye, bizim durumumuzda olan binlerce insanla yan yana olmaya, birlikte mücadele etmeye çalışıyoruz. Ama bu kolay olmuyor. Maalesef 10 yıldır yolumuzu kesmeye meşalemizi söndürmeye çalışanlarla da mücadele ediyoruz.
Şimdi sizlere 10 yıldır elimizdeki hukuk ve adalet meşhalesi ile yürüttüğümüz mücadeleyi kısaca özetlemeye çalışacağım.
Nerelere taşımadık ki o meşaleyi dava açıldı, “Amirallere Suikast “ dediler hayatta olsa yargılanacağı mahkemeye, Beşiktaş’a koştuk. Onun adına “Bu davanın bir parçasıyız” dedik Sözlerimiz duvarlarda çınladı. Onlara duyuramadık. “Mevzuat uygun değildir” dediler. Siz kabul etmeseniz de biz bu davanın bir parçası olmaya devam edeceğiz dedik ve Kartal Adliyesine kadar davayı takip ettik.
Aliye sebep olan hâkimlerden, savcılardan davacı olduk. “Hakimlerden değil devletten davacı olacaksınız” dediler kanun çıkardılar. Başa döndük. Tekrar başladığımızda Hâkimler kaldı savcıyı Yargıtay’a kaçırdılar. Dokunulmazlık zırhı ile sardılar Süleyman Pehlivan’ı. Hala devam ediyor bu dava. Şaka gibi ama en son mahkeme, Alinin ölmeden önce dava açması gerektiğini; ancak bu durumda mirasçılarınca takip edilebileceğine hükmedip dosyayı yeniden Yargıtay’a gönderdi. Ne zaman karar verilir Allah bilir artık.
Deniz Kuvvetlerinin adli müşavirliğine dilekçe verdik. “Suçlama askeridir, siz bir soruşturma açtınız mı”dedik. Önce “soruşturuyoruz”, sonrada “bize akıl öğretmeyin manasında bir cevapla karşılaştık”. 15 Temmuzdan sonra anlaşıldı renkleri. Şayet Fetullahın şakirtleri yok etmedilerse başvurumuz Deniz Kuvvetlerinin tozlu raflarında duruyor.
TBMM İnsan Hakları Komisyonuna da başvurduk. Bu şeklide “insanların özgürlüğünün elinden alınması, hiçbir delil yokken tutuklanması insan hak ve onuruna aykırıdır” dedik. Başında Zafer Üskül hoca var, ne olursa olsun bilim insanıdır, insan hakları ve demokrasi konusunda bunca konuşmasına tanık olduk, bizi anlar zannettik. Sağ olsun kabul etti görüştük. “Elimden bir şey gelmez en faza komisyon eliyle dilekçenizi HSYK ya gönderebilirim” dedi. Komisyon toplantısında da gündeme alınmasını reddettiler.
Dilekçemizin peşine düşüp HSYK ya gittik. Üç ay sonra çağırdı bir müfettiş ifade verdik. “Şikayetçiyiz hukuku çiğneyenlerden” dedik. Yazdı çizdi imzaladık. Gidebilirsiniz soruşturmanın sonucunu size haber vereceğiz dedi, iki yıl defalarca dilekçeler yazıp sorduk. Her seferinde incelemeye devam edildiğini söylediler. Sonuçta soruşturmaya yer olmadığını tebliğ ettiler. Sonra öğrendik ki, ifademizi alan İbrahim Tufan Ataman. 15 Temmuzdan sonra sadece FETÖ üyeliğinden 8 yıl yedi. Şikayetimiz 15 Temmuzdan sonra yeniden ele alındı. İki yıl önce FETÖ cü hakim savcılar ile ilgili dosyanın Bakırköy Cumhuriyet savcılığına gittiğini öğrendik. Bütün diğer zarar görenlerle beraber dava açılmasını bekliyoruz. Hala inceleniyor ve daha bir iki sene de sürer sanırım.
17 – 25 Aralık olunca devir değişir gibi oldu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına soruşturmada imzası bulunan tüm FETÖ cü emniyet mensupları, tüm hakim ve savcılar hakkında suç duyurusunda bulunduk. Savcı Bülent Başer aldı ifademizi tarih 25 Kasım 2014. Bizimle birlikte daha bir çok Ergenekon Balyoz mağdurunun da ifadesini aldığını biliyorum. Ama hala bir dava haline gelmesini bekliyoruz.
15 Temmuzun hemen ertesi günü Alinin kaybından bir numaralı sorumlu kabul ettiğimiz savcı Süleyman Pehlivan’ın nerede olduğunun peşine düştük. Bir fotoğrafı bile yoktu ortalıkta, bulduk. Kaçmıştı. Belli ki, bir delikte saklanıyordu. Yurtdışına kaçmasın diye elimizin yettiği yere duyurular yaptık. Çok dönüşler oldu. Sosyal medya üzerinden çok insandan “inşallah benimle karşılaşır” mesajları aldık. 23 gün sürdü kaçaklığı. Teslim olmak zorunda kaldı. Gazeteci dostlarımızdan aldık müjdeyi. Nihayet yargıya hesap verecek diye sevindik. Davanın açılmasını, yüzleşmeyi sabırsızlıkla bekledik. Fakat iddianameyi görünce hayal kırıklığına uğradık. Zira suçlama sadece örgüt çerçevesinde idi. Ama müdahil oluruz; “Yargıtay bizi dinler muhakkak” dedik.
Yargıtay evrakından müdahillik dilekçemizi bile zor kabul ettirdik. Duruşma günü binbir güçlükle nizamiyeden girebildik. O da ne, Pehlivan ailesi salonun önünde çay kahve ikramı ile ağırlanıyor. Onlar salona buyur edilirken biz içeri kaç kişi gireceğimizin pazarlığını yapmak zorunda kaldık.
Nihayet duruşma salonunda Süleyman Pehlivan’ın birkaç metre arkasında bir yerlere sıralandık. Mahkeme heyetinden “15 Temmuzun failleri” muamelesi gördük. “Susun, oturun, ses çıkaranı atarım”lar havalarda uçuştu..
Önce bacakları titreyen FETÖ cü Pehlivan hızla rahatladı hiç kesilmeden hem kendisi hem de avukatı savunma yaptı. Sıra bizim dilekçemizi okumaya geldiğinde engellemek için her şeyi yaptı Mahkeme başkanı. Biraz önce sanığa bey diye hitap eden başkan bize, avukatlarımıza düşman muamelesi yapıyordu.
Sonuçta karar vermek üzere çekilip geri döndüklerinde “suçtan zarar görmediğimiz müdahil olamayacağımızı” tebliğ ettiler. “Daha nasıl zarar görmemizi bekliyorsunuz” “Bir kurban daha mı verelim” dediğimizde “Çok tehlikeli insanlar” olarak ilan edilip dışarı atıldık ve bir daha da Yargıtay nizamiyesinden içeri sokulmadık. Sonraki duruşmaların tümünde Pehlivan ailesi içerde duruşma izlerken biz ise kış günü cadde kenarında içerden haber almaya çalıştık.
Sonunda sadece örgüt suçundan bir ceza verilerek Süleyman Pehlivan dosyası kapatıldı. Bir kez daha adaletin kapısı yüzümüze kapatılmış oldu.
Kimdir bu mahkeme başkanı niye bize bu muameleyi layık gördü diye düşünürken; oğlunun trafik polislerine saldırdığı medyaya düşünce Yargıtay 9. Daire Başkanı Burhan Karaloğlu’nun kim olduğunu anladık
Meğer bizim başkanın doktor oğlu KHK ile kurumundan atılmış, 280 bylock görüşmesi kayıtlara geçmiş ve FETÖ den yargılanıyormuş. 9. Dairden yargılanan FETÖ cü hakim ve savcılar “Bizi yargılıyorsunuz da, buluşmalarda başkan da vardı” diye itiraz edince duruşmalara giremez olmuş.
Artık siz söyleyin bize karşı tutumunun tesadüf olup olmadığını.
Değerli dostlar işte 10 yıllık hukuk ve adalet arayışı serüvenimizin kısa hikayesi böyle.
Yorulduk mu evet, kırıldık mı evet
Ama yıldık mı hayır? Yılar mıyız asla?
Aliye bu gün bir kez daha sizlerin huzurunda söz veriyoruz:
Suçlular gerçek suçlarından yargılanana ve hak ettikleri cezayı çekene kadar asla bu mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.
Saygılarımla.
Gidişinin 10.yılında tesadüfen bana gönderdiği en son e postanın bir kibrit çöpü hikayesi olduğunu farkettim. Hikaye şöyle:
Ben kibrit çöplerini insanlara benzetirim diye.
Kibrit kutuları insanların birlikte yaşadıkları yaşadığı alanlar gibidir. Herkesin bir sırası vardır bir iş için yanarlar. Kimi bir sigaranın ucunu tutuşturur ve bir sıkıntıya, bir uzun yolculuğa mola verdirir. Yada başarılan bir işin uğraşın ödülüdür. Bir çoban ateşini tutuşturur bir insan halkası olur etrafında.
Kimisi bir hoyrat elde cehennemi ateşler, yakar, yıkar bir koca ormanı.
Kibrit kutusunu açıp, dikkatli baktığınızda hepsinin aynı olmadığını fark edersiniz.
Bazıları da epeyce kalın gösterişli olur. Zannedersiniz ki, çaktığında yeri göğü yakacak. Her yanı aydınlatacak. Ama çaktığınızda fıs diye bir ses çıkarıp kendisini bile yakamaz. Kararır gider.
Bazıları eğri büğrüdür, bazıları incedir. Çakmadan kırılacak zannedersiniz. Ama onlar çoğu zaman bir kibritten beklenen bütün fonksiyonları eksiksiz yerine getirirler. Yanmakta mahirdirler.
Kibritin, ucundan başlayıp yavaş yavaş dibine doğru yanması hayatın bitmesi gibidir. Sonunda alev sönüp gider ve geriye kapkara bir kül kalır.
İşte böyle, kimi insan kalıbının adamı olmaz, bulunduğu yeri dolduramaz. Parıltılı giyisiler, üniformalar içindeyken, yüksek makamlarda otururlarken çok şeyler beklersiniz ondan. Ama onlar fos kibrit çöpleridir sadece. Üç kuruşluk çıkara, üç günlük sefaya dünyaları yakarlarda, bir yaraya merhem olmazlar. Bomboş geçen bir ömrün ardından geriye, hatırlanacak ne bir ışık ne de bir dost sıcaklığı bırakmazlar.
Ama birileri mevkiden makamdan müstesna olup bütün pervasızlıklarıyla bir fitili tutuşturur, yığınları ateşler ve sonsuza değin bir ışık olurlar.
Onlar ki, yeri gelir Prometheus olur ciğerlerini kartallara yem etme pahasına tanrıların ateşini çalmaya yeltenir, ilkbaharı bekleyen bir demircidir, kimi zaman kabına sığmayanları için dağların demirini ateşler, kimi zaman zalimin zulmüne karşı isyanları ateşler,
Kimileri için çıkılan yoldan geri dönülmez. Menzile ya varılacak ya yollarında ölünecektir. Onlar geri dönüşün gemilerini yakarlar. Ulusunun en dar gününde, varlık yokluk gününde kurtuluşun neferi olmak için bütün rütbeleri söküp atmaktan çekinmez. İşte bunu göze alabilenler ancak Mustafa Kemal’in askeri olabilir.
Bunu göze alamayanlar olsa olsa can korkusundan Sakarya önlerinden cephe gerisine kaçanlardan olabilir. Bu gün burada gerektiğinde yanmayı göze alan Kemal’in askerlerinden Albay Reşat’ın ardıllarından birini Yarbay Ali Tatar’ı anıyoruz.
Bu toprakların bir geleneği vardır ve bu topraklarda yaşayanların etine kemiğine hamuruna işlemiştir. Hangi ocakta, hangi yürekte hangi aslanın yattığı darlık zamanda belli olur. Günü geldiğinde sırasız sorgusuz ortaya çıkıverirler. Bilen için beklenendir bilmeyen şaşırır kalır.
Bu gelenek bu topraklara, bu topraklarda yaşayanların hamuruna, etine kemiğine işlemiştir.
Deli Kuşun Öttüğü
Hey göklere duman durmuş dağlar hey
Değirmenin üstü her gün yel olmaz
Dinle Ağa dinle Paşa dinle bey
Sen söylersin o susar mı bel’olmaz
Kızılırmak akar suyun içerler
Aç karnına yurttan yurda göçerler
Tarifeylen Köprüsünü geçerler
Çamın başı yine kar mı bel’olmaz
Olmaz artık olanlar böyle olsun
Yeni çağda mızrak çuvala girsin
Vergi dersin ümük dersin can dersin
Verdiler mi aldılar mı bel’olmaz